Bu Parça Altın ve Elmas İle
Yazılsa Liyakatı var Evet sâbıkan bahsi geçmiş:
Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi;
وَمَارَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrıyla aynı avucunda,
küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde
onları inhizama sevketmesi; وَانْشَقَّ الْقَمَرُ
nassı ile aynı avucunun parmağıyla Kamer'i iki parça
etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun
akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el, hastalara
ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne
kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlâhiye olduğunu
gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir
zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine
girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya karşı
küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve
toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve
hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir
ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celâl ile
kalktığı vakit, Kamer'i parçalayıp Kab-ı Kavseyn
şeklini verir; ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı
kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne
girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib
mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı
Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında
ne kadar sâdık bulunduğu ve o el ile biat edenler,
ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde
anlaşılmaz mı?..
MUKADDEME:
İşte Kur'an-ı Hakîm; enbiyaları, insânın
Cemâatlerine terakkiyat-ı mânevîyye cihetinde birer
pişdâr ve imam gönderdiği gibi; yine insânların
terakkiyat-ı maddiyye sûretinde dahi o enbiyanın
herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insânlara
birer ustabaşı ve üstâd etmiştir. Onlara mutlak olarak
ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevî kemâlâtını
bahsetmekle insânları onlardan istifâdeye teşvik ettiği
gibi, mu'cizâtlarından bahis dahi; onların nazîrelerine
yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam
ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevî kemâlât gibi maddî
kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i
beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm)
bir mu'cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm)
bir mu'cizesi olan saati; en evvel beşere hediye eden,
dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki:
San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi
pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm),
saatçiler Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler
Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm)...
Evet mâdem
Kur'anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid
cihat-ı hidâyeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat
ittifak etmişler. Öyle ise Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın
en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı Enbiyâ âyetleri;
birer hikâye-i tarihiyye olarak değil, belki onlar çok
maânî-i irşadiyyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı
Enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyyenin
nihayet hududunu çiziyor. En ileri gâyatına parmak
basıyor. En nihayet hedeflerini tâyin ediyor. Beşerin
arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor.
Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve
şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin
tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi misâl olarak o
çok vâsi' menba'dan yalnız birkaç nümûnelerini beyân
edeceğiz:
Meselâ:
Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi olarak
teshir-i havayı beyân eden:
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا
شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti; “Hazret-i
Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir
mesâfeyi kat'etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki:
Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi
kat'etsin. Öyle ise ey beşer! Mâdem sana yol açıktır. Bu
mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hak, şu âyetin
lisanıyla mânen diyor: “Ey insân! Bir abdim, hevâ-i
nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin
tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce
istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz...”
Hem Hazret-i
Mûsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesini beyân eden:
فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ االْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ
مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ilâ âhir... Bu
âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet
hazinelerinden, basit âletlerle istifâde edilebilir.
Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat
celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki:
“Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile
bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenâb-ı Hak
şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insân!
Mâdem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ
veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla
çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinad etsen;
şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde
edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının
mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser
yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet,
ondan daha ileri, nihayat ve gayât-ı hududunu çizmiştir.
Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hâzır tayyareden çok
ileri nihayetlerinin noktalarını tâyin etmiştir.
Hem meselâ:
Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesine dair:
وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ
وَاُحْيِى اْلمَوْتَى بِاِذْنِ اللَّهِ Kur'an,Hazret-i
İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyyesine ittibaa
beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı
âliyyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte
şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi
derman bulunabilir. Öyle ise ey insân ve ey musibetzede
benî-Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun-
dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de
muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenâb-ı Hak,
şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: “Ey insân!
Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye
verdim. Biri, mânevî dertlerin dermanı; biri de, maddî
dertlerin ilâcı... İşte ölmüş kalbler nûr-u hidâyetle
diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, O’nun nefesiyle ve
ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i
hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul!
Elbette ararsan bulursun.” İşte beşerin tıp cihetindeki
şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet
çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ االْقِطْرِ
âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid, en
büyük bir ni’met-i İlâhiyyedir ki; büyük bir
peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i
hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası
eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî
sanayi-i beşeriyyenin aslı ve anasıdır ve esası ve
madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir
resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu'cize
sûretinde, büyük bir ni’met olarak; telyin-i hadiddir ve
demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve
bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyyeye medâr
olmaktır.” Mâdem bir resule, hem halife yâni hem mânevî
hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at
vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette
elindeki san'ata dahi tergib işareti var. Cenâb-ı Hak,
şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:
“Ey benî-Âdem!
Evâmir-i teklifiyyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve
kalbine öyle bir hikmet verdim ki; Herşeyi kemâl-i vuzuh
ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir
san'at verdim ki; elinde bal-mumu gibi demiri her şekle
çevirir. Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde
eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir.
Hem hayat-ı içtimâiyyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de
evâmir-i tekviniyyeme itâat etseniz, o hikmet ve o
san'at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve
yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san'at cihetinde en
ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar
elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas
iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tâbir edilmiş. Şu
âyetler, umum nev'-i beşerin nazarını şu hakikate
çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu
takdir etmeyen eski zaman insânlarına ve şimdiki
tenbellerine şiddetle ihtar ediyor...
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı
Belkîs'i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i
ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin
yanınızda o tahtı hâzır ederim” olan hâdise-i hârikaya
delâlet eden şu âyet:
ilâ âhir...
İşaret ediyor ki: Uzak mesâfelerden eşyayı aynen veya
sûreten ihzâr etmek mümkündür. Hem vâkidir ki;
Risâletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i
Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsûmiyetine, hem de
adâletine medâr olmak için pek geniş olan aktar-ı
memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin
ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu'cize
sûretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenâb-ı
Hakka itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı
ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı
Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i
hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir.
Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla
veyahut sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette
taht etrafındaki adamların sûretleri ile beraber sesleri
de işitilmiştir. İşte uzak mesâfede, celb-i sûrete ve
savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor:
“Ey ehl-i
saltanat! Adâlet-i tâmme yapmak isterseniz;
Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya
çalışınız. Çünki bir hâkim-i adâlet-pîşe, bir pâdişah-ı
raiyet-perver; aktâr-ı memleketine, her istediği vakit
muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyyet-i
mânevîyyeden kurtulur veya tam adâlet yapabilir.”
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki:
“Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş
mülkünde adâlet -i tâmme yapmak için; ahvâl ve vukuat-ı
zemine bizzât ıttıla veriyorum ve mâdem herbir insâna
fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim.
Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve
bakacak, anlayacak istidâdını dahi vermesini, hikmetim
iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse
de, nev'an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i
velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm
ni’metten istifâde edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi,
vazife-i ubûdiyyetinizi unutmamak şartıyla öyle
çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize
görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir
bahçeye çeviriniz.
هُوَ
الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى
مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ
النُّشُورُ 'deki ferman-ı Rahmânîyi
dinleyiniz.” İşte beşerin nâzik san'atlarından olan
celb-i sûret ve savtların çok ilerisindeki nihayet
hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam
ediyor.
Hem meselâ:
Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları
ve ervâh-ı habiseyi teshîr edip, şerlerini men ve umûr-u
nafiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:
مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ ilâ âhir...
وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ
عَمَلاً دُونَ ذَلِكَ ilâ âhir... âyetiyle diyor
ki: Yerin, insândan sonra, zîşuur olarak en mühim
sekenesi olan cin, insâna hizmetkâr olabilir. Onlarla
temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya
mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki,
Cenâb-ı Hakk'ın evâmirine musahhar olan bir abdine,
onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hak mânen şu âyetin
lisan-ı remziyle der ki: “Ey insân! Bana itaat eden bir
abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat
ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok
mevcûdât, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar
olabilirler.”
İşte beşerin,
san'at ve fennin imtizâcından süzülen, maddî ve mânevî
fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispirtizma gibi
celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet
hududunu çiziyor ve en faideli sûretlerini tâyin ediyor
ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bâzan
kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve
ervâh-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak
değil, belki tılsımat-ı Kur'aniyye ile onları teshir
etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü
ervâha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın
ifritleri celb ve teshirine dair âyetler,
hem misillü bâzı âyetler, ruhânîlerin
temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervâha dahi
işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı
tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi; hezeliyat
sûretinde bâzı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir
âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve
oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî
bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki,
istediği vakit ervâh ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet
misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve
onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb
etmekle ruhâniyyetlerinden mânevî istifâde etmektir ki,
âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki
ihsas ediyorlar ve bu nevi san'at ve fünûn-u hafîyenin
en ileri hudûdunu çiziyor ve en güzel sûretini
gösteriyorlar…
Hem meselâ:
Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'ın mu'cizelerine dair:
âyetler delâlet
ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'ın
tesbihâtına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir
edâ vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam
fonoğraf misillü ve birer insân gibi bir serzâkirin
etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat
ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?
Evet
hakikattır. Mağaralı her dağ, her insânla ve insânın
diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sada
vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de. Dağ da
aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Mâdem bu
kabiliyeti, Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette
o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek
sünbüllenir...
İşte Hazret-i
Dâvud Aleyhisselâm'a Risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-i
zemini müstesna bir sûrette O’na verdiğinden, o geniş
Risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mu'cize olarak o
kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok
büyük dağlar; birer nefer, birer şâkird, birer mürid
gibi Hazret-i Dâvud'a iktida edip O’nun lisanıyla, O’nun
emriyle Hâlık-ı Zülcelâl'e tesbihat ediyorlardı.
Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar
ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesâil-i
irtibâtın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir
kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü
Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye
getirir. Mâdem insânın bir kumandanı, dağları
sekenelerinin lisanıyla mecâzî olarak konuşturur.
Elbette Cenâb-ı Hakk'ın haşmetli bir kumandanı, hakikî
olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber
her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona
münâsib birer tesbih ve birer ibâdeti olduğunu, eski
Sözlerde beyân etmişiz. Demek her dağ, insânların
lisânıyla aks-i sada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi,
kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâl'e
tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً عُلِّمْنَا
مَنْطِقَ الطَّيْرِ cümleleriyle Hazret-i Dâvud ve
Süleyman Aleyhisselâm'a, kuşlar enva'ının lisanlarını,
hem istidadlarının dillerini, yâni hangi işe
yaradıklarını, onlara Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiğini şu
cümleler gösteriyorlar. Evet mâdem hakikattır. Mâdem
rûy-i zemin, bir sofra-i Rahmân'dır. İnsanın şerefine
kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifâde eden sâir
hayvanat ve tuyûrun çoğu insâna musahhar ve hizmetkâr
olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek
böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir
istifâde yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde
istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak,
medeniyyet-i beşeriyyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve
etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili
bilinirse, çok tâifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı
ehliyye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler.
Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi
yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve
harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette
ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu
nevi istifâde ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi
câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifâde etmek; en
münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tâyin
ediyor. En haşmetli sûretine parmakla işaret ediyor ve
bir nevi teşvik eder. İşte Cenâb-ı Hak şu âyetlerin
lisan-ı remziyle mânen diyor ki:
“Ey insânlar!
Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin
ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için,
mülkümdeki muazzam mahlûkatı O’na musahhar edip
konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatımdan çoğunu
O’na hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de mâdem
gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i
kübrâyı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını
vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise,
O’na râm olmanız lâzımdır. Tâ O’nun mülkündeki mahlûklar
da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan
Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık
makama çıksanız... Mâdem hakikat böyledir. Mânâsız bir
eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek,
güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak,
papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en
ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana
Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i
nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtattan birer tel-i
musikî gibi nağamat-ı zikriyye kulağına gelsin ve dağ,
binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâib-ül mahlûkat
mâhiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî
gibi birer munis arkadaş veya muti' birer hizmetkâr
sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid
olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki
lehviyyat gibi, insânîyyetin iktiza ettiği makamdan seni
düşürtmesin.
Hem meselâ:
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi hakkında
olan قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا
وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ âyetinde üç
işaret-i lâtife var:
Birincisi: Ateş dahi, sâir esbab-ı tabiiyye gibi
kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor.
Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i
İbrahim'i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma
emrediliyor.
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle
ihrâk eder. Yâni ihrâk gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı
Hak, سَلاَمًا (Haşiye)
lâfzıyla bürudete diyor ki:
“Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o
mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir
gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i
tabiiyyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var
ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki
harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle,
etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen
bürûdetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak
eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün
derecâtına ve umum envâ'ına câmi' olan Cehennem içinde,
elbette “Zemherir” in bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men'edecek ve
eman verecek îmân gibi bir madde-i mânevîyye, İslâmiyet
gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi
tesirini men'edecek bir madde-i maddiyye vardır. Çünki;
Cenâb-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül
hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat
yapıyor. Öyle ise; Hazret-i İbrahim'in cismi gibi,
gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet
hâletini vermiştir. İbrahim'i yakmadığı gibi, gömleğini
de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle mânen şu âyet
diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ
maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan
ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza
îmânı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu
gibi; Cenâb-ı Hakk'ın zeminde sizin için sakladığı ve
ihzâr ettiği bâzı maddeler var. Onlar sizi ateşin
şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır
ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır
bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar
ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak
“Hanîfen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi
gösteriyor.
Hem meselâ:
وَعَلَّمَ اَدَمَ اْلاَسْمَآءَ
كُلَّهَا ”Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı
hilafet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, tâlîm-i Esmâdır”
diyor. İşte sâir enbiyanın mu'cizeleri, birer hususî
hârika-i beşeriyye remzettiği gibi, bütün Enbiyanın
pederi ve divân-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem
Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemâlât ve terakkiyât-ı
beşeriyyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine
sarahate yakın işaret ediyor. Cenâb-ı Hak (Celle
Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki:
“Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, Melâikelere karşı
hilafet dâvasında rüchaniyyetine hüccet olarak, bütün
Esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi mâdem O’nun evlâdı ve
vâris-i istidadısınız. Bütün esmâyı taallüm edip,
mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı,
rüchaniyyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir. Zira
kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamata
gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar
olmak gibi mertebe-i âliyyeye size yol açıktır… Haydi
ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat
sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi
bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukût etti. Sakın
siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i
İlâhiyyenin semâvatından, tabiat dalaletine sukuta
vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp
Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvata uruc etmek için
fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun
ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i
Rabbâniyyeme çıkasınız ve o Esmânın dûrbîniyle,
kalbinizle Rabbinize bakasınız.
BİR NÜKTE-İ MÜHİMME VE BİR
SIRR-I EHEMM
Şu âyet-i
acibe, insânın câmiiyyet-i istidadı cihetiyle mazhar
olduğu bütün kemâlât-ı ilmiyye ve terakkiyât-ı fenniyye
ve havarik-ı sun'iyyeyi “Tâlim-i Esmâ” ünvanıyla ifade
ve tâbir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:
Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın,
herbir fennin bir hakikat-ı âliyyesi var ki; o hakikat,
bir İsm-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve
mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o
isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san'at kemâlini
bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir sûrette
nâkıs bir gölgedir.
Meselâ: Hendese
bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı
Hakk'ın İsm-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese
âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle
müşahede etmektir.
Meselâ: Tıp bir
fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı;
Hakîm-i Mutlak'ın Şâfi ismine dayanıp, eczahâne-i
kübrâsı olan rûy-i zeminde rahîmâne cilvelerini
edviyelerde görmekle tıb kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ:
Hakikat-ı mevcûdâttan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenâb-ı
Hakk'ın (Celle Celâlühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı
kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne; eşyada,
menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme
yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir.
Yoksa, ya hurafata inkılâb eder ve malayâniyat olur veya
felsefe-i tabiiyye misillü dalalete yol açar.
İşte sana üç
misâl... Sâir kemâlât ve fünunu bu üç misâle kıyas et.
İşte Kur'an-ı
Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok
geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en
nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup,
parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri”
diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu
cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ:
Hâtem-i divân-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu'cizeleri
O’nun dâva-i Risâletine birtek mu'cize hükmünde olan
enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve
Hazret-i Âdem'e (Aleyhisselâm) icmâlen tâlim olunan
bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı
(Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celâl ile parmağını
kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemâl ile
indirmekle yine o parmağından kevser gibi su akıtan ve
bin mu'cizât ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mu'cize-i kübrâsı olan
Kur'an-ı Hakîm'in vücuh-u i'câzının en parlaklarından
olan hak ve hakikata dair beyânâtındaki cezâlet,
ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyyet,
üslûblarındaki ulviyyet ve halâveti ifade eden:
gibi çok âyât-ı
beyyinatla ins ve cinnin enzarını, şu mu'cize-i
ebediyyenin vücuh-u i'câzından en zâhir ve en parlak
vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına
dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının
inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir
tergib ile dost ve düşmanları O’nu tanzire ve taklide,
yâni nazîrini yapmak ve kelâmını O’na benzetmek için
sevk ediyor, hem öyle bir sûrette o mu'cizeyi nazargâh-ı
enama koyuyor; güya insânın bu dünyaya gelişinden gaye-i
yegânesi; o mu'cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, O’na
bakarak, netice-i hilkat-ı insânîyyeye bilerek
yürümektir.
Elhasıl:
Sâir Enbiya Aleyhimüsselâm'ın mu'cizâtları, birer
havarik-ı san'ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem
Aleyhisselâm'ın mu'cizesi ise; esasat-ı san'at ile
beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemâlâtının
fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve
teşvik ediyor. Amma mu'cize-i kübrâ-i Ahmediyye (A.S.M.)
olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân ise, tâlim-i Esmânın
hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan
ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî
kemâlâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm
teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir
tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle
anlattırıyor: “Ey insân! Şu kâinattan maksad-ı a'lâ;
tezahür-ü Rubûbiyyete karşı, ubûdiyyet-i külliyye-i
insânîyyedir ve insânın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm
ve kemâlât ile yetişmektir.” Hem öyle bir sûrette ifade
ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette
nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir.
Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise,
ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân,
cezâlet ve belâgat-ı Kur'aniyyeyi mükerreren ileri
sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en
parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün enva'ıyla
âhirzamanda en mergub bir sûret alacaktır. Hattâ
insânlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek
ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin
silâhını cezâlet-i beyândan ve en mukavemet-sûz
kuvvetini belâgât-ı edâdan alacaktır.”
Elhasıl:
Kur'anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i
kemâlâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.
Eğer
istersen Kur'anın semâvatına ve âyâtının nücumlarına
yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri,
yirmi basamaklı
(Haşiye) bir merdiven yaparak
çık. Onunla gör ki: Kur'an ne kadar parlak bir güneştir.
Hakaik-i İlâhiyyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl
safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziyâ neşrediyor
bak...
Netice:
Mâdem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı
beşeriyyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber,
daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi
var ve mâdem herbir âyetin müteaddid mânâlara delâleti
muhakkaktır, belki müttefekunaleyhtir ve mâdem enbiyaya
ittiba etmek ve iktida etmeye dair evâmir-i mutlaka var.
Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına
delâletle beraber, san'at ve fünun-u beşeriyyenin
mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik
ediliyor denilebilir.
İKİ MÜHİM SUALE KARŞI İKİ
MÜHİM CEVAP
BİRİNCİSİ: Eğer desen: “Mâdem Kur'an, beşer için
nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan
medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir
remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir
ihtar ile iktifa ediyor?”
ELCEVAB: Çünki; medeniyyet-i beşeriyye
hârikalarının hakları, bahs-i Kur'anîde o kadar
olabilir. Zira Kur'anın vazife-i asliyyesi: Daire-i
Rubûbiyyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubûdiyyetin
vezaif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı
beşeriyyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf
remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar,
daire-i Rubûbiyyetten haklarını isteseler, o vakit pek
az hak alabilirler.
Meselâ; tayyare-i beşer
(Haşiye) Kur'ana dese: “Bana
bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o
daire-i Rubûbiyyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz,
Kamer; Kur'an nâmına diyecekler:
“Burada cirmin
kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin
taht-el-bahirleri, âyât-ı Kur'aniyyeden mevki isteseler;
o dairenin taht-el-bahirleri (yâni, bahr-ı muhit-i
havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona
diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek
derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misâl
lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek
isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler,
şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve
misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyâna
girebilirsin.” Eğer havârik-ı medeniyyet, dekaik-ı
san'at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden
makam taleb ederlerse; o vakit, birtek sinek onlara
“Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız
yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz'-i ihtiyarıyla
kesbedilen bütün ince san'atlar ve bütün nâzik cihazlar
toplansa, benim küçücük vücûdumdaki ince san'at ve
nazenin cihazlar kadar acib olamaz.
Eğer o
hârikalar, daire-i ubûdiyyete gidip, o daireden
haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevap
alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve
dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur
ki: Dünya bir misafirhânedir. İnsân ise onda az
duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir
ömürde hayat-ı ebediyyeye lâzım olan levazımatı tedârik
etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim
edilecektir.
Halbuki; siz
ekseriyet îtibâriyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî
nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında,
dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir sûret sizde
görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik
esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek
azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibâdet olan sırf
menfaat-ı ibâdullah için ve menâfi-i umumiyye ve
istirahat-ı âmmeye ve hayát-ı içtimaiyyenin kemâline
hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem
san'atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde
varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur'aniyye -sa'ye
teşvik ve san'atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve
vâfidir.”
İKİNCİ SUALE CEVAP: Eğer desen: “Şimdi şu
tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki;
Kur'anda sâir hakaikla beraber, medeniyyet-i hâzıranın
hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz
vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan
herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin
Kur'an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid
kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat
olsun?”
ELCEVAB: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir
tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliyye ile ervah-ı sâfile,
müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir
mâdene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak
birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan
teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya
sevktir ki; istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i
âliyye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik
edilsin... Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe
sûretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü
için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese
görünecek umûr-u gaybiyye-i istikbaliyyeye yalnız işaret
edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı
açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur.
Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan
لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ yazmak
misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister
istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt
olur. Kömür gibi bir ruh ile
elmas gibi bir ruh
(Haşiye) beraber kalacaklar...
Elhasıl:
Kur'an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde
bir makam verir. İşte Kur'an, binüçyüz sene evvel,
istikbâlin zulümâtında müstetir ve gaybî olan semerat ve
terakkiyat-ı insânîyyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve
göreceğimizden daha güzel bir sûrette gösterir. Demek
Kur'an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve
içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte mu'cizât-ı
Enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı KUR'AN...
Sorularla İslamiyet
Alanında uzman ilmi heyet tarafından
İslamiyet' le alakalı sorular
cevaplandırılıyor...
Nur Penceresi
Yüzlerce sesli ve görüntülü nur derslerini
içeren, geniş ve güzel tasarlanmış bir site
Risale-iNur.Org Güncel ve geniş içerikli bir
site...
Resulullah.Org
Kainat' ın efendisine ithafen yapılmış bir
site. Hayatı, Hadisleri, Mu'cizeleri,
Duaları, Makaleler, Yazılar, Klipler, En
Sevgiliye Şiirler vs..
Zübeyir Gündüzalp Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said
Nursi Hz.'lerinin talebelerinden islâmiyetin
fedaîsi Zübeyir Gündüzalp hakkında oldukça
güzel hazırlanmış bir site
Hanimlar.com &
Hanimlar.org
Dini Bilgiler, Sağlık, Mutfak, Çoçuk
Eğitimi, Bitkiler, Tarih, Kitap,.. vs.
bölümleri ile hanımlar için güzel bir islami
site
Menba.Org
Konulara göre oluşturulmuş, onlarca başlık
altında Ayetler, Hadisler, Risale-i Nur' dan
ve Pırlanta Serisi'nden bahisler ve
konularla alakalı nüktelerin bulunduğu geniş
muhtevalı bir site...
Sözler
Sözler Neşriyat' ın Interaktif Web sayfası
RadyoNur
Risale-i Nur sohbeti ağırlıklı, nurlu bir
radyo
Nesil
Nesil Yayınları tarafından hazırlanmış,
muhteva olarak en geniş diyebileceğimiz bir
risale sayfası
Herkül Amerika' dan bir grup gönüllünün
hazırladığı Gökkuşağı sitesi
M.F.Gülen Fethullah Gülen hocaefendinin,
eserlerini ve kişisel bilgilerini içeren
zengin bir site
SaidNur.com Risale-i Nur muhtevalı, ayrıca
uluslararası Nur hizmetlerini yayınlayan bir
site
İhlas Neşriyat
İhlas Neşriyatın Risale-i Nur websayfları.
Tasarımı amatörce fakat muhteva bakımından
oldukça güzel siteler zinciri
Cevaplar
Özenle hazırlanmış çok sayıda kaynağın
bulunabileceği güzel bir site...
Zafer Aylık bilim-araştırma dergisi zafer
dergisinin web sitesi
EuroNur (SaidNursi.de)
Almanya Nur Talebelerinin çok güzel
hazırlanmış bol içerikli sitesi
Nur Sakirdi
Almanya' dan küçük bir nur talebesinin
kişisel sitesi
Yeni Asya Vakfı Yeni Asya Vakfı web sitesi
Yeni Asya
International Yeni Asya Gazetesi'nin uluslararası
baskını olan International' ın web sitesi
Bizim Aile Yeni Asya Gazetesi tarafından
çıkarılan Bizim Aile Dergisi web sitesi
Köprü Yeni Asya Gazetesi tarafından
çıkarılan Köprü Dergisi web sitesi
Can Kardeş Yeni Asya Gazetesi tarafından
çıkarılan Can Kardeş Dergisi web sitesi
Risale Okuyorum
Risale-i Nur' la alakalı çeşitli
makale ve yazıların bulunuğu sık güncellenen
bir site
Hayrat Vakfı
Kur'an-ı Kerim' in Hüsrev abi
hattıyla yazılan tevafuklu halini temin
edebileceğiniz, ayrıca Kur'an-ı Kerimle
alakalı Risalelerden derlenmiş güzel
bilgilere ulaşabileceğiniz bir site
Ankebut.net Kur'an-ı Kerim mp3 ve VCD' si, Dini
Filmler, diziler, Vaazlar, Klipler' den
oluşan çok geniş bir download sitesi
Yâd-ı Cemil
Bir dua sayfası
BediuzzamanSaidNursi.Net Adnan Oktar hocaefendinin Üstad
hakkındaki yazıları ve yorumlarının
bulunduğu site
Moral FM Nesil yayınlarına bağlı, Moral FM
radyosu. Üstadın Radyo ile azim hizmetler
müjdesine layık nurlu bir radyonun nurlu
sitesi
İnci Mercan Resim
Galerisi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ve
M.Fethullah Gülen Hocaefendinin
resimlerinden oluşan bir galeri sitesi
Kıbrıs Nur Kıbrıstaki Nur talebelerinin
sitesi...
Karakalem Risale-i Nur eksenli tefekküri
metinlerin bulunduğu, oldukça güzel
tasarlanmış Karakalem Yayınlarının web
sitesi
IspartaNur Nur'un neşir merkesi Isparta' daki
Nur talebelerinin web siteleri
Rotterdam İslam
Üniversitesi-Web Televizyonu Hollanda' da eğitim hayatına devam
eden, değerli ilim adamı Prof.Dr. Ahmet
Akgündüz ağabeyimizin rektörlüğünü yaptığı
Rotterdam İslam Üniversitesinin web
televizyonu sitesi
Augsburg Risale-i Nur
Medresesi Web Sayfası Güney Almanya' da bulunan Augsburg
kentindeki Risale-i Nur talebelerinin web
sitesi, oldukça ihlaslı, oldukça şık ...