Bismillah her hayrın başıdır. İman tevhidi; tevhid teslimi teslim tevekkülü, tevekkül Saadet-i dâreyni iktiza eder. İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.  Oruç, çok cihetlerle hakiki vazife-i insaniyye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.  Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.  Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarfediyorsun?Dünya ise bütün şa'şaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir.Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur.İnsan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen de: "Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek."Hazırlanınız! Başka, daimi bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir.

 

Risale-i Nur'da Hızlı Arama

Kelime Ara
Icinde Ara

Risale-i Nurdan

Risale-i Nur Külliyatı

 
Küçük kitaplar
Münazarat
Nurun İlk Kapısı Küçük Sözler
Hastalar Risalesi Tabiat Ri salesi
Ayetulkubra Tesettür Ri salesi
İhtiyarlar Ri salesi  

 

Bu Parça Altın ve Elmas İle Yazılsa Liyakatı var

Bu Parça Altın ve Elmas İle Yazılsa Liyakatı var Evet sâbıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi; وَمَارَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi; وَانْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile aynı avucunun parmağıyla Kamer'i iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlâhiye olduğunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, Kamer'i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemâl ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sâdık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..

 

MUKADDEME: İşte Kur'an-ı Hakîm; enbiyaları, insânın Cemâatlerine terakkiyat-ı mânevîyye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi; yine insânların terakkiyat-ı maddiyye sûretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insânlara birer ustabaşı ve üstâd etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insânları onlardan istifâdeye teşvik ettiği gibi, mu'cizâtlarından bahis dahi; onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu'cize eli nev'-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf'un (Aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki: San'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (Aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (Aleyhisselâm)...

Evet mâdem Kur'anın herbir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidâyeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı Enbiyâ âyetleri; birer hikâye-i tarihiyye olarak değil, belki onlar çok maânî-i irşadiyyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı Enbiyâyı zikretmesiyle fen ve san'at-ı beşeriyyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gâyatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tâyin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevkediyor. Zaman-ı mâzi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi mâzinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi misâl olarak o çok vâsi' menba'dan yalnız birkaç nümûnelerini beyân edeceğiz:

Meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi olarak teshir-i havayı beyân eden:

وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ âyeti; “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesâfeyi kat'etmiştir” der. İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi kat'etsin. Öyle ise ey beşer! Mâdem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insân! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz...”

Hem Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesini beyân eden: فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ االْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا ilâ âhir... Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifâde edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: “Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış bul!” Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insân! Mâdem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki: Her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinad etsen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasılki evvelki âyet, şimdiki hal-i hâzır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tâyin etmiştir.

Hem meselâ: Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesine dair:

وَاُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى اْلمَوْتَى بِاِذْنِ اللَّهِ Kur'an,Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyyesine ittibaa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insân ve ey musibetzede benî-Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor ki: “Ey insân! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı... İşte ölmüş kalbler nûr-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, O’nun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.” İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm hakkında:

وَاَلَنَّا لَهُ اْلحَدِيدَ وَاَتَيْنَاهُ اْلحِكْمَةَ وَفَصْلَ اْلخِطَابِ

Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm hakkında:

وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ االْقِطْرِ  âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid, en büyük bir ni’met-i İlâhiyyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadid, yâni demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve mâdenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu'cize sûretinde, büyük bir ni’met olarak; telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyyeye medâr olmaktır.” Mâdem bir resule, hem halife yâni hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san'at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san'ata dahi tergib işareti var. Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle mânen diyor:

“Ey benî-Âdem! Evâmir-i teklifiyyeme itâat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; Herşeyi kemâl-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir san'at verdim ki; elinde bal-mumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve pâdişahlığına mühim kuvvet elde eder. Mâdem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimâiyyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evâmir-i tekviniyyeme itâat etseniz, o hikmet ve o san'at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin san'at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas, “kıtr” ile tâbir edilmiş. Şu âyetler, umum nev'-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insânlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor...
Hem meselâ: Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm taht-ı Belkîs'i yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hâzır ederim” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ اْلكِتَابِ اَنَا اَتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ

ilâ âhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesâfelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr etmek mümkündür. Hem vâkidir ki; Risâletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem mâsûmiyetine, hem de adâletine medâr olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu'cize sûretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakka itimad edip Süleyman Aleyhisselâm'ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inâyetine tevfîk-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken, Şam'da aynıyla veyahut sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların sûretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesâfede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor:

“Ey ehl-i saltanat! Adâlet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adâlet-pîşe, bir pâdişah-ı raiyet-perver; aktâr-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyyet-i mânevîyyeden kurtulur veya tam adâlet yapabilir.” Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adâlet -i tâmme yapmak için; ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve mâdem herbir insâna fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidâdını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm ni’metten istifâde edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubûdiyyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     'deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.” İşte beşerin nâzik san'atlarından olan celb-i sûret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ: Yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshîr edip, şerlerini men ve umûr-u nafiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:  مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ ilâ âhir... وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذَلِكَ ilâ âhir... âyetiyle diyor ki: Yerin, insândan sonra, zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insâna hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakk'ın evâmirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir. Cenâb-ı Hak mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insân! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok mevcûdât, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte beşerin, san'at ve fennin imtizâcından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezâhür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli sûretlerini tâyin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi; bâzan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımat-ı Kur'aniyye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem                  misillü bâzı âyetler, ruhânîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi; hezeliyat sûretinde bâzı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervâh ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhâniyyetlerinden mânevî istifâde etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san'at ve fünûn-u hafîyenin en ileri hudûdunu çiziyor ve en güzel sûretini gösteriyorlar…

Hem meselâ: Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'ın mu'cizelerine dair:

اِنَّا سَخَّرْنَا اْلجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاق
الطَّيْرِ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ ve مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ اْلحَدِيدَ يَا جِبَالُ اَوِّبِى

âyetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'ın tesbihâtına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir edâ vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insân gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insânla ve insânın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sada vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Mâdem bu kabiliyeti, Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir...

İşte Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'a Risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-i zemini müstesna bir sûrette O’na verdiğinden, o geniş Risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mu'cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki; çok büyük dağlar; birer nefer, birer şâkird, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud'a iktida edip O’nun lisanıyla, O’nun emriyle Hâlık-ı Zülcelâl'e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesâil-i irtibâtın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Mâdem insânın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecâzî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakk'ın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münâsib birer tesbih ve birer ibâdeti olduğunu, eski Sözlerde beyân etmişiz. Demek her dağ, insânların lisânıyla aks-i sada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâl'e tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ cümleleriyle Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhisselâm'a, kuşlar enva'ının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yâni hangi işe yaradıklarını, onlara Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet mâdem hakikattır. Mâdem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahmân'dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifâde eden sâir hayvanat ve tuyûrun çoğu insâna musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifâde yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyyet-i beşeriyyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliyye gibi, birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifâde ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifâde etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tâyin ediyor. En haşmetli sûretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenâb-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki:

“Ey insânlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı O’na musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatımdan çoğunu O’na hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, O’na râm olmanız lâzımdır. Tâ O’nun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız... Mâdem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriyye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâib-ül mahlûkat mâhiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer munis arkadaş veya muti' birer hizmetkâr sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyyat gibi, insânîyyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.

Hem meselâ: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın bir mu'cizesi hakkında olan قُلْنَا يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ âyetinde üç işaret-i lâtife var:

        Birincisi: Ateş dahi, sâir esbab-ı tabiiyye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hazret-i İbrahim'i (Aleyhisselâm) yakmadı ve ona, yakma emrediliyor.

        İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürudetiyle ihrâk eder. Yâni ihrâk gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, سَلاَمًا  (Haşiye) lâfzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen bürûdetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâ'ına câmi' olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir” in bulunması zarurîdir.

        Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men'edecek ve eman verecek îmân gibi bir madde-i mânevîyye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men'edecek bir madde-i maddiyye vardır. Çünki; Cenâb-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dâr-ül hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise; Hazret-i İbrahim'in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet hâletini vermiştir. İbrahim'i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle mânen şu âyet diyor ki: “Ey Millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza îmânı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenâb-ı Hakk'ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzâr ettiği bâzı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.” İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak “Hanîfen Müslimen” tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

Hem meselâ: وَعَلَّمَ اَدَمَ اْلاَسْمَآءَ كُلَّهَا ”Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın dâva-yı hilafet-i kübrâda mu'cize-i kübrâsı, tâlîm-i Esmâdır” diyor. İşte sâir enbiyanın mu'cizeleri, birer hususî hârika-i beşeriyye remzettiği gibi, bütün Enbiyanın pederi ve divân-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor. Cenâb-ı Hak (Celle Celâlühü), mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, Melâikelere karşı hilafet dâvasında rüchaniyyetine hüccet olarak, bütün Esmâyı tâlim ettiğimden, siz dahi mâdem O’nun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emânet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı, rüchaniyyetinize liyâkatınızı göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyyeye size yol açıktır… Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız. Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukût etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlâhiyyenin semâvatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbâları ve hakikatları olan Esmâ-i Rabbâniyyeme çıkasınız ve o Esmânın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.

 

BİR NÜKTE-İ MÜHİMME VE BİR SIRR-I EHEMM

Şu âyet-i acibe, insânın câmiiyyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiyye ve terakkiyât-ı fenniyye ve havarik-ı sun'iyyeyi “Tâlim-i Esmâ” ünvanıyla ifade ve tâbir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyyesi var ki; o hakikat, bir İsm-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlât, o san'at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir sûrette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i Adl ve Mukaddir'ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıp bir fendir, hem bir san'attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak'ın Şâfi ismine dayanıp, eczahâne-i kübrâsı olan rûy-i zeminde rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcûdâttan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenâb-ı Hakk'ın (Celle Celâlühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılâb eder ve malayâniyat olur veya felsefe-i tabiiyye misillü dalalete yol açar.

İşte sana üç misâl... Sâir kemâlât ve fünunu bu üç misâle kıyas et.

İşte Kur'an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup, parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ: Hâtem-i divân-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu'cizeleri O’nun dâva-i Risâletine birtek mu'cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem'e (Aleyhisselâm) icmâlen tâlim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine o parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu'cizât ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın mu'cize-i kübrâsı olan Kur'an-ı Hakîm'in vücuh-u i'câzının en parlaklarından olan hak ve hakikata dair beyânâtındaki cezâlet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyyet, üslûblarındaki ulviyyet ve halâveti ifade eden:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzarını, şu mu'cize-i ebediyyenin vücuh-u i'câzından en zâhir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvik ile, şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları O’nu tanzire ve taklide, yâni nazîrini yapmak ve kelâmını O’na benzetmek için sevk ediyor, hem öyle bir sûrette o mu'cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insânın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi; o mu'cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, O’na bakarak, netice-i hilkat-ı insânîyyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sâir Enbiya Aleyhimüsselâm'ın mu'cizâtları, birer havarik-ı san'ata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın mu'cizesi ise; esasat-ı san'at ile beraber, ulûm ve fünunun, havarik ve kemâlâtının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu'cize-i kübrâ-i Ahmediyye (A.S.M.) olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân ise, tâlim-i Esmânın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle anlattırıyor: “Ey insân! Şu kâinattan maksad-ı a'lâ; tezahür-ü Rubûbiyyete karşı, ubûdiyyet-i külliyye-i insânîyyedir ve insânın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlât ile yetişmektir.” Hem öyle bir sûrette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev'-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” Hem o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, cezâlet ve belâgat-ı Kur'aniyyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün enva'ıyla âhirzamanda en mergub bir sûret alacaktır. Hattâ insânlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezâlet-i beyândan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgât-ı edâdan alacaktır.”

Elhasıl: Kur'anın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.

Eğer istersen Kur'anın semâvatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı (Haşiye) bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki: Kur'an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlâhiyyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziyâ neşrediyor bak...

Netice: Mâdem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve mâdem herbir âyetin müteaddid mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekunaleyhtir ve mâdem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san'at ve fünun-u beşeriyyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

 

İKİ MÜHİM SUALE KARŞI İKİ MÜHİM CEVAP

        BİRİNCİSİ: Eğer desen: “Mâdem Kur'an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

        ELCEVAB: Çünki; medeniyyet-i beşeriyye hârikalarının hakları, bahs-i Kur'anîde o kadar olabilir. Zira Kur'anın vazife-i asliyyesi: Daire-i Rubûbiyyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubûdiyyetin vezaif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i Rubûbiyyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer (Haşiye) Kur'ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i Rubûbiyyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur'an nâmına diyecekler:

“Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el-bahirleri, âyât-ı Kur'aniyyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el-bahirleri (yâni, bahr-ı muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.” Eğer elektriğin parlak, yıldız-misâl lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, âyetlere girmek isteseler; o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahablar ve gökyüzünü zînetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyâna girebilirsin.” Eğer havârik-ı medeniyyet, dekaik-ı san'at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam taleb ederlerse; o vakit, birtek sinek onlara “Susunuz” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz'-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince san'atlar ve bütün nâzik cihazlar toplansa, benim küçücük vücûdumdaki ince san'at ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ ilâ âhir.. âyeti sizi susturur.”

Eğer o hârikalar, daire-i ubûdiyyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur ki: Dünya bir misafirhânedir. İnsân ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyyeye lâzım olan levazımatı tedârik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.

Halbuki; siz ekseriyet îtibâriyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir sûret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibâdet olan sırf menfaat-ı ibâdullah için ve menâfi-i umumiyye ve istirahat-ı âmmeye ve hayát-ı içtimaiyyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san'atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur'aniyye -sa'ye teşvik ve san'atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir.”

        İKİNCİ SUALE CEVAP: Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki; Kur'anda sâir hakaikla beraber, medeniyyet-i hâzıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur'an, onları sarahatla zikretmiyor? Tâ, muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

        ELCEVAB: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervah-ı âliyye ile ervah-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasılki bir mâdene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altunla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlâhiyye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliyye ile mevadd-ı süfliyye, birbirinden tefrik edilsin... Mâdem Kur'an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe sûretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiyye-i istikbaliyyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vazıhan لآَاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haşiye) beraber kalacaklar...

Elhasıl: Kur'an-ı Hakîm, hakîmdir. Herşeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur'an, binüçyüz sene evvel, istikbâlin zulümâtında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insânîyyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir sûrette gösterir. Demek Kur'an, öyle bir zâtın kelâmıdır ki; bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte mu'cizât-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı KUR'AN...

اَللَّهُمَّ فَهِّمْنَا اَسْرَا رَ الْقُرْاَنِ وَ وَفِّقْنَا لِخِدْمَتِهِ فِى كُلِّ اَنٍ وَ زَمَانٍ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَآ اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَآ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَآ اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلَى سَيِدِنَا وَ مَوْلَينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَزْوَاجِهِ وَ ذُرِّيَّاتِهِ وَ عَلَى النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ الْمَلَئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَ اْلاَوْلِيَآءِ وَ الصَّالِحِينَ. اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَ اَزْكَىَ سَلاَمٍ وَ اَنْمَى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاَنِ وَ اَيَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ مَعَانِيهِ وَ اِشَارَاتِهِ وَ رُمُوزِهِ وَ دَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْلَنَا وَارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَآ اِلَهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَآ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
وَ الْحَمْدُ ِللَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَمِينَ

* * *

 


 
Dünya'nın Çeşitli Yerlerinden Nurlu Linkler
Sorularla İslamiyet
Alanında uzman ilmi heyet tarafından İslamiyet' le alakalı sorular cevaplandırılıyor...
Nur Penceresi
Yüzlerce sesli ve görüntülü nur derslerini içeren, geniş ve güzel tasarlanmış bir site
Risale-iNur.Org
Güncel ve geniş içerikli bir site...
Resulullah.Org
Kainat' ın efendisine ithafen yapılmış bir site. Hayatı, Hadisleri, Mu'cizeleri, Duaları, Makaleler, Yazılar, Klipler, En Sevgiliye Şiirler vs..
Zübeyir Gündüzalp
Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi Hz.'lerinin talebelerinden islâmiyetin fedaîsi Zübeyir Gündüzalp hakkında oldukça güzel hazırlanmış bir site
Hanimlar.com & Hanimlar.org
Dini Bilgiler, Sağlık, Mutfak, Çoçuk Eğitimi, Bitkiler, Tarih, Kitap,.. vs. bölümleri ile hanımlar için güzel bir islami site
Menba.Org
Konulara göre oluşturulmuş, onlarca başlık altında Ayetler, Hadisler, Risale-i Nur' dan ve Pırlanta Serisi'nden bahisler ve konularla alakalı nüktelerin bulunduğu geniş muhtevalı bir site...
Sözler
Sözler Neşriyat' ın Interaktif Web sayfası
RadyoNur
Risale-i Nur sohbeti ağırlıklı, nurlu bir radyo
Nesil
Nesil Yayınları tarafından hazırlanmış, muhteva olarak en geniş diyebileceğimiz bir risale sayfası
Herkül
Amerika' dan bir grup gönüllünün hazırladığı Gökkuşağı sitesi
M.F.Gülen
Fethullah Gülen hocaefendinin, eserlerini ve kişisel bilgilerini içeren zengin bir site
SaidNur.com
Risale-i Nur muhtevalı, ayrıca uluslararası Nur hizmetlerini yayınlayan bir site
İhlas Neşriyat
İhlas Neşriyatın Risale-i Nur websayfları. Tasarımı amatörce fakat muhteva bakımından oldukça güzel siteler zinciri
Cevaplar
Özenle hazırlanmış çok sayıda kaynağın bulunabileceği güzel bir site...
Zafer
Aylık bilim-araştırma dergisi zafer dergisinin web sitesi
EuroNur (SaidNursi.de)
Almanya Nur Talebelerinin çok güzel hazırlanmış bol içerikli sitesi
Nur Sakirdi
Almanya' dan küçük bir nur talebesinin kişisel sitesi
Yeni Asya Vakfı
Yeni Asya Vakfı web sitesi
Yeni Asya International
Yeni Asya Gazetesi'nin uluslararası baskını olan International' ın web sitesi
Bizim Aile
Yeni Asya Gazetesi tarafından çıkarılan Bizim Aile Dergisi web sitesi
Köprü
Yeni Asya Gazetesi tarafından çıkarılan Köprü Dergisi web sitesi
Can Kardeş
Yeni Asya Gazetesi tarafından çıkarılan Can Kardeş Dergisi web sitesi
Risale Okuyorum
Risale-i Nur' la alakalı çeşitli makale ve yazıların bulunuğu sık güncellenen bir site
Hayrat Vakfı
Kur'an-ı Kerim' in Hüsrev abi hattıyla yazılan tevafuklu halini temin edebileceğiniz, ayrıca Kur'an-ı Kerimle alakalı Risalelerden derlenmiş güzel bilgilere ulaşabileceğiniz bir site
Ankebut.net
Kur'an-ı Kerim mp3 ve VCD' si, Dini Filmler, diziler, Vaazlar, Klipler' den oluşan çok geniş bir download sitesi
Yâd-ı Cemil
Bir dua sayfası
BediuzzamanSaidNursi.Net
Adnan Oktar hocaefendinin Üstad hakkındaki yazıları ve yorumlarının bulunduğu site
Moral FM
Nesil yayınlarına bağlı, Moral FM radyosu. Üstadın Radyo ile azim hizmetler müjdesine layık nurlu bir radyonun nurlu sitesi
İnci Mercan Resim Galerisi
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ve M.Fethullah Gülen Hocaefendinin resimlerinden oluşan bir galeri sitesi
Kıbrıs Nur
Kıbrıstaki Nur talebelerinin sitesi...
Karakalem
Risale-i Nur eksenli tefekküri metinlerin bulunduğu, oldukça güzel tasarlanmış Karakalem Yayınlarının web sitesi
IspartaNur
Nur'un neşir merkesi Isparta' daki Nur talebelerinin web siteleri
Rotterdam İslam Üniversitesi-Web Televizyonu
Hollanda' da eğitim hayatına devam eden, değerli ilim adamı Prof.Dr. Ahmet Akgündüz ağabeyimizin rektörlüğünü yaptığı Rotterdam İslam Üniversitesinin web televizyonu sitesi
Augsburg Risale-i Nur Medresesi Web Sayfası
Güney Almanya' da bulunan Augsburg kentindeki Risale-i Nur talebelerinin web sitesi, oldukça ihlaslı, oldukça şık ...
Hizmet Vakfı Yayınları
Tevafuklu Kur'an sitesi